Eski bir Bodrum Ç¢şığı Mine Kırıkkanat

770 Kez Okundu





“1970’lerde Bodrum’da balıkçılarla ahtapot yakalar, sonra odun fırınında pişirir birlikte yerdik”

Mine Kırıkkanat da tatil yapmak için Bodrum’u seçenlerden. Üstelik eski Bodrum âşıklarından.. Ama ne yazık ki gürültü, yozlaşma ve yapılaşma yüzünden yıllardır Bodrum’a gelmek dahi istemiyormuş. Eşi Daniel Colagrossi ile birlikte bu yıl yeniden Bodrum’a gelmeye karar vermişler, sevdikleri bir dostlarının davetini kırmayarak. Çok da mutlular yeniden burada oldukları için.

Karşısındakiyle empati kurabilme yeteneği, içtenliği ve sıcakkanlılığı öne çıkıyor ilk karşılaşmamızda. Öyle ki onunla konuşmaya başladığımız ilk dakikalarda ben onunla değil, o benimle söyleşi yapıyormuşçasına ilgilendi herşeyle. Sonra rolleri değiştik. Yazılarındaki dobralık ve sözünü sakınmazlığın, olumsuz giden şeyleri değiştirebilmek adına korkusuzca yaraya hançer vurabilen kişiliğinden kaynaklandığını anlıyorsunuz onu tanıyınca.

 

 

 

BL – Ortalığın cadısı gibi gösteriliyorsunuz sık sık, hoşnut musunuz bu durumdan? Sizi söz dinleyen, munis ve halim selim birisi olarak algılasaydık daha mutlu olur muydunuz?

 

 

 

MK – Doğduğum günden beri hanım hanımcık denilemedi bana. Asiydim hep; anne babama karşı, okula karşı, üniversiteye karşı, düzene karşı.. İsyanım sürüyor hâlâ. Ama ortalığın cadısı denilemez bana. Her ne kadar cadılık güzel bir şeyse de, canım arkadaşım Donatella Piatti ile birlikte cadı olmaya karar verdiysek de, böyle algılandığımı zannetmiyorum. Çünkü cadının ne yapacağı belli olmaz, benimse son derece belli. Ne yaptığım ne yapacağım ortada. Yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir diyebilirim. Olsa olsa çekiniyorlardır benden, hatta korkanlar da var.

 

 

 

Benim kavgam insanlarla değil. Siz hiç benim herhangi bir insana, ortalıkta olmayan, politika yapmayan bir kişiliğe saldırdığımı gördünüz mü? Bir meslektaşımı hedef aldığımı gördünüz mü? Göremezsiniz. Benim derdim insanlarla değil, düzenle; belli bir toplumsal kültürle, toplumsal davranışlarla benim davam. O yüzden çekinilecek hiçbir tarafım yok. Cadılar tek bir insana bir şey yapabilirler. Halbuki ben tek tek asla uğraşmam insanlarla. Bir dava adamı olduğum da herhalde bunca yıldır belli. Dolayısıyla olsa olsa muhalif seslere alışık olmayan insanlar çekiniyorlar ve korkuyorlar benden. Başlangıçta böyle algılanıyor, sonra bakıyorlar ki yumuşak bir insan var karşılarında; işbirliğine, insan ilişkilerine, ast-üst ilişkilerine son derece saygılı, kimsenin tavuğuna kış demeyen, kimseyle uğraşmayan birisi var. Ondan sonra çok seviyorlar. Yani, beni tanıyan çok sever.

 

 

 

BL – En çok da dindar kesimle kavgalı olduğunuz, yada şöyle diyelim en çok onların tepkisiyle karşılaştığınız bir gerçek. Bu yüzden bu soruyu sormak istiyorum. Dindar insanların kendileriyle bir probleminiz var mı? Yoksa sizin yaptığınız; fikirleri, dayanakların geçerliliğini tartışabilmek için gerçek bir zemin oluşturmak adına açık açık ve dürüstçe, tüm çıplaklığıyla kendi düşünce ve duygularınızı ortaya koymak mı? Örneğin türban takmış ve gerçekten inanmış bir kadınla aynı masaya oturur muydunuz tartışmak için?

 

 

 

MK – Aslında dindarlarla kavgalı olduğum da yanlış. Din alimleri benim tarafımı tuttukları inanılmaz e-postalar gönderiyorlar ve okurlarım arasında son derece mümin insanlar var, dini doğru anlayan namusluca uygulayan.. Namusluca diyorum çünkü bazı sahtekârlar namusu dine bağlı bir kavram olarak düşünüyorlar. Halbuki namus, dinden bağımsızdır. Bu namusun adı da, ahlakın adı da hümanizmadır. Bir ahlaktır hümanizma aynı zamanda.

 

 

 

Dolayısıyla namuslu müslümanlar benimle birlikte. Bu kesin ve ben onlardan çok güzel tepkiler alıyorum. Çünkü dini herhangi bir şekilde kendi yaşama çıkarlarına alet etmeyen müslümanlarla birlikteyim ben. Ama ne zaman ki kendisinin din sandığını, inanç sandığını, aslında yanlış olan şeyleri topluma bir ölçü olarak “namus budur, din budur” diye kabul ettirmeye kalkışırsa, o zaman karşısında beni bulur. Türbanlılarla bırakın onları yadsımayı, sürekli temas halindeyim. Elbette bana karşı küfürlü e-postalar gönderen zavallılar var. Ama bunun yanında benim yazılarımın arkasında duran pek çok müslüman da var.

 

 

 

BL – Bundan birkaç yıl önce bir kadınlar günü etkinliğinde paneli dinlemek için içeri girmek isteyen türbanlı kızların içeri alınmadığına tanık olduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü saflara bölünmek çok doğru gelmiyor bana. Ortak dili bulmaya çalışmalıyız diye düşünüyorum. Birbirine provokatör muamelesi yaparak, belli paradigmaların arkasından bakmak bence doğru değil. Siz bu fikre katılıyor musunuz?

 

 

 

MK – Katılıyorum, aynı fikirdeyim. Fakat sürekli olarak taviz veren, laikler olmamalı. Biz onlara açıksak eğer, onlar da bizim söyleyeceklerimize açık olmalılar. O anlamda türbanlılara karşı konuşmak benim için tam tersine, sizin dediğiniz gibi ortak bir dil bulmak açısından son derece güzel. Ama ben bu noktada artık bizim taviz vermememiz gerektiğine inanıyorum. Eğer verilecek bir taviz varsa, onlar bizim söyleyeceklerimizi dinlemek üzere, ama farklı fikirlere açık olarak gelmeliler. Gelirler, beni dinlerler, ben de onlara güzel güzel konuşurum hatta özellikle onlara hitap ederek konuşurum. Fakat bana “sen öyle konuşamazsın” derlerse, o salondan çıkar giderler. Çünkü ben öyle konuşmaya devam ederim. Onlar salonda var diye, onların hoşuna gitmek için davranmam ben. Düşüncem, bilgim neyse onu söylerim, tarafsız olmaya çalışarak.

 

 

 

BL – Tarzınız genellikle eleştirilere muhatap oluyor. İnsanlar size öfkeleniyor ve kızıyorlar sıklıkla. Psikoterapide şuna inanılır: Bir insan bir şeye, diğer şeylerden daha fazla kızıyorsa sebebi çoğunlukla kendiyle ilgili bir olumsuz duygudan kaynaklanır ve bu öfke kişiyi kendini savunmaya, saldırganlığa iter. Sizinle ilgili eleştiriler ve saldırılar biraz bunu akla getiriyor. Sizce siz insanların hangi olumsuz duygularını kışkırtıyorsunuz? Onların sizi kışkırttığı zamanlar da oluyor mu? Sizin hangi olumsuz duygularınız onlara karşı bu kadar sert bir üslup seçmenize sebep oluyor?

 

 

 

MK – Valla, nelerini kışkırttığımı bilmiyorum ben, özellikle kışkırtmak için de bir şey yapmıyorum kesinlikle. Ben sadece saptadığım son derece basit gerçekleri dile getiriyorum mantık çerçevesinde. Bana eğer kızanlar varsa bilsinler ki, birkaç misli de tutan ve destekleyen var. Türkiye’nin yüzde yüz nefret ettiği bir insan, benim konumumda yaşayamaz, benim bulunduğum yere de gelemez. Beni destekleyenlerin sayısı şimdi eskisinden daha fazla. O yüzden içim, vicdanım rahat. Çok basit gerçekleri dile getiriyorum ben. Siz psikoterapiden bahsettiniz, ben daha basitini söyleyeyim: yarası olan gocunur.

 

 

 

Hep bu bana söylendi: Müthiş bir üslubun, çok sivri bir dilin var diye. Ben çok küçük yaşlardan beri, yedi yaşımdan beri yazıyorum. Lisedeyken yazdıklarıma bakıyorum da üslubum çok fazla değişmemiş, neredeyse aynı. Ben üslubumun sert olduğunu filan anlayamıyorum yani. Başkaları söylüyor bana “sende de bir dil var, iki kelimede adamı mahvediyorsun” diyorlar. Farkında değilim, öyle olmak için de çalışmıyorum. Ama şu gerçek ki; kelimenin şehveti bende var. Ben bir yazıyı yazarken, roman yazarken, kitap yazarken -yalnızca gazete yazılarımdan ibaret değil yazdıklarım- aynı çapta gidiyor. Kelimenin şehveti, sözün şehveti bende var, bunu biliyorum. Beni sevenler Allah vergisi diyor.

 

 

 

BL – Radikal’deki yazınızdan sonra çok tepki aldınız. Artık bu konuda söylenecek her şey tüketildi. O yüzden yeniden açmak ve üzerinde konuşmak istemem. Yalnızca merak ediyorum; bu deneyim sizde nasıl bir kanaat ile noktalandı? İçinizde bu konuyu kapatırken ne dediniz kendinize?

 

 

 

MK – Ben konuyu kafamda kapatmadım, zaten kapatmak için de bir neden yok. Dünkü Cumhuriyet’i alın (28 Temmuz 2006 tarihli Cumhuriyet Gazetesi), Ali Sirmen’in yazısını okuyun. Beni o yazı yüzünden işten atan Radikal Gazetesi’nin manşeti “Magandalar”dı. Benim tarif ettiğim insanları tarif ediyordu. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Ali Sirmen de bunu çok güzel yazmış. “Geçen sene benim arkadaşımı işten attınız, bu sene aynı tarihlerde aynı ve benzeri olaylara magandalar diye, maganda kültürü diye başlık atıyorsunuz” demiş. Bu açıdan bakarsanız beni o makale yüzünden işten atanların bugün aynı benim eleştirdiğim kültürsüzlüğe, benim eleştirdiğim tarzda toplum kesimine dair “magandalar” diye başlık attığını düşünürseniz, kimin sahtekâr olduğu ortaya çıkar.

 

 

 

İyi ki Radikal’de işten atılmışım, şimdi çalıştığım Vatan’dan çok memnunum. Perihan Mağden ve benden sonra Radikal’in tirajı düştü. Kaça düştü bir ona bakmalı. Haluk şžahin hocam inanılmaz bir entelektüel ahlakıyla, cesaretle beni savundu. Haluk şžahin ömür boyu başımın üstünde taçtır, taç olarak taşıyacağım onun dostluğunu, onun bana verdiği desteği. Onun dışında kalanlar için aynı şeyi söyleyemem tabii. Radikal bugün yirmi binler civarında satıyor, ben ise yaklaşık iki yüz elli bin satan bir gazeteye geçtim ve Vatan’dan çok memnunum. İyi ki de atmışlar beni.

 

 

 

Fakat bu meseleyi kapattığımı hiç zannetmeyin. Kapatmadım.

 

 

 

BL – Bodrum deyince aklınıza ne geliyor? Sizin Bodrum’unuz, sevdiğiniz Bodrum nasıl bir Bodrum?

 

 

 

MK – Bodrum benim indimde çok özel. Çünkü ilk 1970 yılında geldim ben Bodrum’a. Oğlumun babası, ölen eşimle birlikte balayımızı burada geçirmiştik. Balıkçılarla balığa çıkıyorduk, ahtapot avlıyorduk. Ekmek fırınlarında ahtapotumuzu yağlı kâğıt içinde pişirip, akşamları da o balıkçılarla birlikte yerdik. Sonra gelmeye devam ettik. Ne zaman ki Bodrum “Bedroom” haline geldi, gelmemeye başladık -o “Bedroom” lafı da Daniel Colagrossi tarafından 1994 yılında çıkarılmıştır, ondan sonra yayıldı “Bedroom” diye. Neden gelmedik bunca yıldır? Bedroom oluşu bizi rahatsız mı ediyordu? Hayır, ben özgürlükten yana bir insanım ama inanılmaz seviyelerde bir ses kirlenmesi, yozlaşma, pislik her tarafta, bozulan mimari beni çok rahatsız ediyordu.

 

 

 

Ondan sonra da gelmemeye başladık. Bu sene gelişimizin tek sebebi sevgili dostumuz Alpaslan’dır. Gölköy’e, Türkbükü’ne gelmiştik bir aralar. Ama orası da bildiğiniz hale gelince oraya da gelmemeye başladık. şžimdi buradan çok memnunuz (Ortakent’te Seaside Otel’de kalıyorlar), her şey çok güzel, harika bir ortam. Öyle sevdik ki üç dört gün daha uzattık tatilimizi. Bu akşam ilk kez Bodrum’a ineceğiz, mutlaka yeniden seveceğimize inanıyorum.

 

 

 

BL – Bugün Vatan’daki “Kesik Yürekler” başlıklı yazınızda Moravagine’in yazarı Cendrars’ın gerçek yaşamında delicesine sevdiği kadınla tam kırk beş yıl aynı yastığa baş koymadan yaşadığını; garip bir kader olarak kızı Miriam’ın da on yıl aynı evi paylaştığı sevgilisiyle aynı yastığa baş koymadığını yazmışsınız. “Aşklarını, hep ulaşılmaz bir yan bırakarak sundular ve aşınmasını önlediler” demişsiniz.

 

Bodrum aşkların doyasıya yaşandığı yer olarak bilinir. Siz aşkların doyasıya yaşanmasından mı, yoksa hep ulaşılmaz bir yan bırakılarak aşınmamasından mı yanasınız?

 

 

 

MK – Bodrum’da yaşanan şeye aşk deneceğini zannetmiyorum. Bodrum’da yaşanan şey olsa olsa sekstir, aşk değildir. Ne dokunmadan, ne de işin cılkını çıkartarak pespaye bir şekilde seksi aşk sanarak yaşamaya, ikisine de hayır diyen bir insanım. Yani ne püriten, ne öteki tarafta dejenere. Püritanizme de karşıyım, dejenerasyona da karşıyım. İkisinin arası; sevgiyle birlikte yaşanan şey aşk olabilir. O anlattığım Cendrar’ın aşkı, benim aşkım değil.

 

 

 

BL – Bodrum deyince sanat, kültür ve tarih pek akla gelmiyor artık. Oysa Bodrum tarih ve sanat açısından da gündeme gelmesi gereken bir yer. Biz Bodrumlife olarak bunu destekliyoruz. Siz de sanatla ilgili bir kişisiniz. Önereceğiniz yada söyleyeceğiniz bir şey var mı bu konuda?

 

 

 

MK – Çok da güzel bir iş yapıyorsunuz, derginizi çok beğendim. Sizin gibi idealist insanların varlığı beni umutlandırıyor. İlber Ortaylı’nın Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek adlı kitabını okuyorum halen. O zaten en güzel şeyi söylemiş; yapılacak şey galiba, şimdi yapılanların yarısını yıkmak. Başka türlü kurtulmaz, başka çare yok. Hani bugün ziyaret ettiğimiz medeniyetler var ya, bir gün bizim yarattığımız medeniyet de – medeniyet denirse buna tabii, son yaptıklarımıza bakılırsa – yıkılacak onlar gibi. O zaman belki daha güzel şeyler kurulur. Keşke bizim zamanımızda bilinçlensek de yapılan kötülüklerin yarısını temizleyebilsek.

 

 

 

 

 

Mine Gökçe Kırıkkanat

 

 

 

Notre Dame de Sion Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu.

 

1977 yılında Türkiye’nin ilk kadın mizah yazarı olarak yazın dünyasına adım atan Mine Gökçe Kırıkkanat; 1988 yılında Cumhuriyet, 1992 yılında da Milliyet Gazetesi’nin dış muhabirliğini üstlenmiş. Paris’te yaşamını sürdüren Kırıkkanat, Fransız TV5 televizyonunun yabancı gazeteciler ekibinde yer alıyor. 1996’da başladığı Radikal Gazetesi’ndeki köşe yazarlığından yazdığı bir makale neticesinde uzaklaştırılan yazar şimdi Vatan Gazetesi’nde yazı yazmaya devam ediyor.

 

 

 

Yazdığı kitaplardan bazıları:

 

 

 

Sinek Sarayı

 

Carissimo Sevgilim

 

Gülün Öteki Adı

 

İyi Kötü Kadın

 

Kadın Kafesleri

 

Pandispanya

 

Topuk Tıkırtıları

 

Yalnız Kalem

 

Bir New Varmış York Olmuş

 

Aşk Hikâyeleri

 

Bir Gün Gece


Konu Yazarı :

Yorumlarınızı Yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Yazılar

Her gece Bodrum

Önceki Yazılar

Film müzikleri deyince aklımıza gelen ilk isim, efsane grup Moğollar’ın yaratıcı beyni… Cahit Berkay

En Son Yazılarımızdan Seçmeler

Bodrum’un Sarnıçları

Bodrum’un Sarnıçları Bu yazı Bodrumlife Dergisinin Sonbahar 2022 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı: Mimar Sedef Nazan DEVELİ