Koşmak için bir yer gerekliydi kız çocuğuna…
Kendi içine koşmak için…
Bir kıyı kentine getirdiler onu…
Turuncu meyvalı ağaçların içine bıraktılar büyüsün diye..
Ağaçlar beyaz çiçekler açtı o büyürken… içini görmeye başladı kız..
Bembeyaz… çok şaşırdı… Portakal kokusu kızın içinde büyüyordu…
Ciğerlerinin fazlasıydı bu koku… Duraksadığı anda ağacın arkasın
dan ona bakan adamdı nefesini kesen…
Yalnızca portakal çiçekleri başaramazdı onu içine bu
kadar hızlı koşturmayı…
Sessiz bir adamın sessiz gözleriydi nefesini ondan alan..
Gözlerini kapadı.. Denizin sesini dinledi.. içi titredi… açtı ve sesin
geldiği yöne çevirdi gözlerini…içine baktı…
yine o sessizlikti duyduğu…
Gözleri suskun adamın sessizliği…
Daha çok korktu…
Yürümeye başladı… Olması gereken olmalıydı…. önce kendi içini
görmeli, onu bulmalıydı…
İyot gözlerini yaksın istedi..
Oturdu kıyı kentinin tarihi taşıyan surlarına… ” ufukta bulabilirim
kendimi” dedi ”gökle yerin birleştiği son noktada”…..
Güneşi elinde tutuyordu adam.. Tam karşısında… Tam ufuk
çizgisinde…
Gülümsüyordu… Yine sessiz ama güneşten daha sıcak bir
tebessümle..
”Dolunay” dedi kız…
”dolunay ve gece bana kendimi buldurur”….
Geceye koştu…
”Durmamalıyım” diyordu…
Duramıyordu…
Kendine koşarak kendini bulabileceğini biliyordu… Bütün kitaplar
aynı şeyi yazıyordu.. Asırlardır…
Yolun sonunda, tam ortasında ruhunun, aynı şeyi gördü…
Artık korkamazdı… korkmamalıydı… Elinde papatyalardan örülmüş
bir taç… ve o tacı kızın yüreğine bırakacak sesszi elleri…
Güneşten daha sıcak gülüşü…
Portakal çiçeği kokan saçları…
Koskoca bir ege kıyısı ışıltısında gözleri…
Artık emindi…
Tanrı onun tenini ayna olarak yaratmıştı…
Sadece küçük kız bakabildiğinde görsün diye kendini….