Aşk ve Sanat Aynı Sandalda ‘Sandalet Sanatçısı Ali Güven ile söyleşi’

3536 Kez Okundu





 Aşk ve Sanat Aynı Sandalda

Daha çocuktum ilk okul, bilemediniz orta okul. Dişleri seyrek sepelek, çıplak ayak, güneşten yanmış ve anneanne yanına tatile gelmiş bir çocuk. Giritli mahallesinde denize girer öğle sıcağında koşardık anneanne sofrasına doğru…

Sıcaktı, ayaklarımız yanardı, koşardık. O senelerde o dar sokakta sık aralıklarla sandaletçiler, önlerinden şile bezi gömlekler elbiseler ve deli basmadan yelekler sarkıtan terzi dükkanları ve hediyelik eşyacılar ve tabii lokmacılar vardı. Kendimize belli duraklar bulmuştuk, bunlar bazen sokağın kenarındaki bir su birikintisi, bazen de koyu gölgelikli bir dükkan önü olurdu. Her seferinde hiç aksatmadan önünde durup içeriye merakla baktığım tek dükkan vardı.

 

 

 

Sinek gibi cama yapışır, içeride olup bitenleri anlamaya çalışırdım. Gölgeliği mi vardı, yoksa ben orada ayaklarımın yangınını hissetmez miydim, hatırlamıyorum ama yolda oraya kadar geçtiğim bir çok sandaletçi dükkanı olmasına rağmen bu küçük dükkan sokağa başka türlü bir ışık saçar, güneşin aydınlattığı sokakta o dükkan, kendi ışığıyla öne çıkardı. Çocukluktan genç kızlığa doğru geçen yıllarda bu küçük sandaletçide bir sürü delikanlı ve bir birinden güzel, genç kadın görürdüm, dükkanın neşesi kahkahaları dışarı taşardı. Merak ederdim;

 

 

 

kim kimin sevgilisi?

 

akşam kim bilir nerelere gidip nasıl eğleniyorlar?

 

“Ah! bir büyüsem!”

 

Ve neydi bu dükkanı diğerlerinden farklı kılan?

 

 

 

Açık olan tek şey; herkesin o dükkanda hayranlık duyduğu tek kişi vardı. Elinde çekici, yüzünde gülümsemesi, mavi gözleri ama sıcak bakışlarıyla, kendi deyimiyle, “eli yüzü düzgün” bence ise, çocuk olmama rağmen yakışıklılığını fark ettiğim, belki de sokağa taşan ışığın kaynağı Ali Güvendi.

 

 

 

Araya zaman girdi ben büyüdüm, o yaşlandı, Bodrum hızla değişti, küçük dükkan yıkılıp yerine kocaman bir pasaj yapıldı, ben uzun süre ortalıktan kayboldum, belli ki; o da kaybolmuştu. Kendisini tekrar bir vitrinin arkasında, elinde çekici ile fark ettiğimde, saçları bembeyaz olmuş, sırtı hafif öne eğilmiş, artık gözünde gözlükleri ama hala gözlerinde o sıcak, mavilik vardı.

 

 

 

Dükkanın önünden geçtikten sonra kendimi gülümserken yakaladım.

 

 

 

Hepiniz Pinokyo yu bilirsiniz, peki ya o sihirli kuklayı yaratan

 

 

 

Giusseppe Ustayı ? Yüzünde biriktirdiği derin çizgileri,kah burnunun ucunda, kah önünde sarkan gözlüğü ve elinde sihirli bir şeyi yaratmaya hazırlanan çekici ile yıllardır biriken sandalet modellerinin arkasında Ali Güvenin tezgahına oturuvermişti sanki…..Tezgahının altında üst üste konmuş bir sürü karton, kartonların üstünde tek tek kendi eliyle çizdiği ayaklar ve kenarına yazdığı “müşteri isimleri” vardı.

 

 

 

“yorgunum artık! Yaşlandım…” diyor, “ vücudum değil ama gözlerim yorgun! Bir de kafam, aklımda tutamıyorum şuraya bak!” tezgahın altını göstererek “Dünyanın ayağı var burada”

 

 

 

Yeşil bir şişeden bir beze kıvamlı bir sıvı damlatarak derinin üstüne sürüyor, “ Atina dan sipariş aldım, 50 tane sandalet yapılacak, hepsi birbirinden farklı, adam çok zengin, ne iş yapıyor bilmiyorum valla zenginlerin evlerini dekore ediyormuş yada menejer gibi bir şey ….”

 

 

 

Artık merak ettiğim yeni bir şey vardı, şu işin sırrı….

 

 

 

Elbette sandaletin” sırrı değil, çünkü o sır, Ali Güvenle beraber gidecek bu senelerdir konuşuluyor ama “sandaleti Bodrum sandaleti” yapmanın sırrı neydi?

 

 

 

“ o, nasıl zeytin yağ Ali abi?” diye soruyorum, çok bilmiş olduğumu yüzüme vuran bir bakışla, “ bunları kimse bilmiyor diyor, bunlar sır, bu sırlar benimle gidecek, bu tezgah benimle mezara gidecek…..”

 

 

 

Bu cümleler içimi acıtıyor, “NİYE ?”,

 

 

 

Dükkanda geçmişte gördüğüm güzel kadınlar, delikanlılar ve genç kahkahalar yok, oturduğu tezgahın arkasında kocaman bir Ali Güven resmi, bir müşterisi tarafından hediye edilmiş, bir iki gazete küpürü duvara yapıştırılmış, ve tabii ki gençliğe ait bir iki fotoğraf. Onca güzel kadına ait bir iz arıyor gözlerim duvarlarda ama sadece kızına sarılmış yanak yanağa bir fotoğraf bulabiliyorum. Etrafta içi sır dolu su kovaları ve birkaç sıra deri sandalet, kapladıkları dar yere rağmen dükkana farklılık getiriyorlar.

 

 

 

“Her kes çabuk zengin olmak yolunda, kimse sebatlı ve meraklı değil.

 

 

 

Tam her şeyi yoluna koymuştum,işimi büyütecektim İngiltere den döndüm, 7 tane kalfam vardı, iki tanede yurt dışında biri İskoçya da biri Almanya da kalfam vardı. Hem burada hem yurt dışında yapacaktık bu işi, satacaktık, çok da iyi olacaktı. Ben tek başıma çok ünlü oldum, şöhret peşinde değildim ama hepsi beni terk etti. şžimdi birisi su satıyor, birisi de bilmiyorum ne yapıyor.O yüzden kimseye el vermeyi düşünmüyorum.”

 

 

 

Anlaşılan o ki; sandalet yapmanın tadı ve kıymeti anlaşılamamış diğer kalfalar tarafından.

 

 

 

“Hep beraber yapsaydık daha da ileri gidecektik, bütün dünyaya satabilirdik….Dükkana çok ünlüler geldi, ben geldiklerinde kim olduklarını bilmiyordum, sonra anlıyordum. Mick Jagger, Bettie Midler, Reagen’ın danışmanları ve daha bilmediğim kimler kimler…. İnanır mısın? Avusturalyadan sipariş aldım.” derken bir dergiyi açıp bana doğru tutuyor, kendisi ile ilgili küçük bir yazı ve bir fotoğraf var. Yazıya bir göz atıyorum Ali Güven için İngilizce “sandaletin babası ve yaratıcısı” diye söz ediyor. “ Bu yazıyı okumuş ve telefonla bana sipariş verdi.Ben anlamıyorum bu işi her kes bunların peşinde tek başıma yetişemiyorum artık çok yorgunum. Bazen bırakıp gitsem diyorum ama aldığım siparişler var, insanlara paralarının karşılığını vermeliyim.”

 

 

 

Peki nedir senin yaptığın işi bu kadar farklı kılan, niye senin sandaletlerin ünlü,en pahallı ve niye hep sizin dükkanınız o zamanlarda en öndeydi?”

 

 

 

“ Ne olacak SANATIM. Biz nasıl çalışırdık biliyor musun? O, küçücük dükkanda 7 kişi güle eğlene, hepimizin bir sevgilisi vardı akşam olduğunda hep beraber, yemeğe dansa giderdik ertesi sabah işe iştahla gelir, siparişleri yapmaya devam eder tam gaz çalışırdık.Beni çok zorladılar yaptığım her modeli çaldılar. Komşu dükkanlardan dükkana gelirlerdi, arkadaşımdı hepsi, bir iki gün sohbet ederdik sonra bir bakardım ki modellerim vitrinlerinde. Ben yine de kimseye gönül koymadım, bu beni kamçıladı yenisini, tekrar yenisini ürettim.Ben neler yaşadım yaa.. benim mührümü bile taklit ettiler, o yüzden kimseye bu tezgahı veremeyeceğim. Ben de çok üzülüyorum ama kimse bunu hak etmedi.Bir tek şimdi yanımda çalışan çok genç bir kız var belki o,o da ben ölmeden bu işi öğrenebilirse….”

 

 

 

İşte sandaletin sırrı yavaş yavaş çıkıyordu ortaya, yaratma hırsı yenisini, bir yenisini….

 

 

 

Bütün bu modelleri üreten ve üretmeyen doyamayan o ellerine takılıyor gözlerim, sanıldığının aksine kirli, boyalı ve yorgun değil. Elinde evirip çevirdiği yeni modeli keyifle bana uzatan parmakları ince uzun ve temiz sadece derinin yıllardır çıkmayan izleri var. Ellerinin her hareketi sanki karanlığın içinden bir ışığı önünüze koyacakmış hissi uyandırıyor.

 

 

 

“Nasıl başladın bu işe ilk yaptığın sandalet nasıldı?”

 

 

 

“Ben Ayakkabıcı çırağıydım bu işe oradan yetiştim. Yazın sıcakta köselenin üstüne “vardula” derdik sırımdan daha kalınca tek bir parça bağlardık ayağımızı tutsun diye, işte öyle başladı.36 yıldır bu işi yapıyorum 66’ya kadar tek tabanca olarak yaptım. Marmaris e, Kuşadası na kadar gitti modellerim onlar beni tekrarladıkça ben ürettim.Basit modellerimi kopyalarlardı, ben yenilerini üreterek dalgamı geçerdim.” S anki dalga geçmenin o hınzır gülümsemesini hala bakışlarında yakalıyorum.

 

 

 

Londraya “ neden gittin?

 

 

 

“Aşkım için … .” İşte sonunda bir ip ucu buldum diye düşündüm.

 

 

 

“ Burada tanıştık, sevdim de . Kız İngilizdi, pikologdu. Gittiğimde bilmiyordum, sonradan anladım ki, babası “sir” müş. Çok zenginlerdi, kalmam için çok şeyler yaptılar.”

 

 

 

“Peki niçin döndün?”

 

 

 

“Annem için. Ben gidince annem hastalanmış, benden başka da kimsesi yoktu. Onu öyle bırakamadım.”

 

 

 

“Peki sevgilinle hala görüşüyor musun?”

 

 

 

“Hayır o benden sonra Hindistan’a gidip, Budist olmuş….”

 

 

 

“ neler yaptın Londra da, kalmayı düşündün mü?”

 

 

 

“İşimi genişletmeyi düşündüm. Benim yurt dışında da iki kalfam vardı. Biri İskoçya da, diğeri ise Almanya da. Onlarla çalışıp geliştirebilirdim, ama dönmek zorunda kaldım. Orada da boş durmadım, Londraya gittikden 1 hafta sonra dericiye gittim. Deri aldım. Oturduğum evin camına yaptığım kemerleri ve çantaları asıp satmaya ve siparişler almaya başladım. Döndüğümde ise kimseyi inandıramadım, bu işin ileriye gidebileceğine……Anlattım ya, burada ki kalfalarım beni terk ettiler, dükkan da yıkıldı, çok yalnız kaldım… ”

 

 

 

İkimizin de gözleri etraftaki plastik görünüşlü fabrikasyon renkli çantalar ve ayakkabılarda dolaşırken, o küçük dükkanı hatırlıyoruz ve bu gün, onun yerinde var olan kocaman pasajı …“ hiç istemedim orasının yıkılmasını, bana orada arka tarafta bir dükkan verdiler.”

 

 

 

Peki ya aşka ne oldu ?

 

 

 

“Ben 65 yaşındayım ve aşk her zaman var. Çok insan tanıdım. İnsan tanımayı seviyorum, arkadaşlık etmek çok güzel….”

 

 

 

“Peki neden sürmüyor, bu kadar zamanda hiç asıl kadın olmadı mı?”

 

 

 

“Neden sürmüyor arkadaşlık ederken her şey çok güzel ama sonra sahiplenme başlıyor. Sahiplenme aşkı öldürüyor ve tabii kıskançlık.”

 

 

 

“sen kıskanmaz mısın?”

 

 

 

Bu soruya pek net cevap alamıyorum.

 

 

 

“Yalnızlığın seni üzüyor yada korkutuyor mu?”

 

 

 

“Hayır bunu onun için söylemiyorum. Paylaşmak güzel. Ben yalnız öleceğim, yalnızlığı seviyorum. Kimseye muhtaç olmadan, hapım hazır. Öleceğimi anlayacağım ve hapımı alacağım.”

 

 

 

Hiç hüzünlü değildi bu laflar biliyor musunuz? Kendine olan güveni söyletiyordu bunları ona, buna da kendi karar vermek istediğini söylemesi, yaşamın içinde olması gereken her şey kadar normaldi onunu için.

 

 

 

“Duruma bakılırsa hep kadınlar sana aşık,seni diğer erkeklerden farklı kılan ne?

 

 

 

“Sanatım tabii, aslında onlar da sanatımı merak ediyor ve seviyorlar. Bir de elim ayağım düzgündür. Sende çok şey öğrenmek istiyorsun…”

 

 

 

“sen hiç aşık oldun mu, Londralı kız dışında tabii?”

 

 

 

“Oldum tabii ben de, çok yanlışlar yaptım, aslında çok değerli ve düzgün kadınlarla tanıştım ama ben de kıymet bilmedim…Kimseyi kırmak istemedim ama……… ”

 

 

 

“Yeniden uzun süreli bir beraberlik yaşamak ister misin?”

 

 

 

“Hayır. Arkadaşlığa her zaman EVET ama daha fazlası beni çok yoruyor.”

 

 

 

Anlaşılan oydu ki; geriye dönüp baktığında onun da kalbinde kırıklar vardı. Hayatında her zaman aşka ve sevgiye yer vermiş ama hala çözemediği yerler kalmış gibi görünüyordu.

 

 

 

Hayatını düşündüğünde, yaşamın yükseldiği, durakladığı,zirveye çıktığı yada düştüğü anlar var mı?

 

 

 

“Bu söylediğin her zaman var. Hayatın her anında yükseliş düşüş var, her zaman yaşanıyor.” Sanki bütün zamanların yıldızıyım der gibi, kendine olan güvenini bir kez daha hissettiriyordu.

 

 

 

Geçmişe baktığında “hata yaptım” diyebileceğin ne var?

 

 

 

“ Öyle bir şey yok ama yaptığım modellerin patentini almak isterdim.Ama artık geç kaladım.”

 

 

 

Bundan sonra yapmak istediğin şeyler var mı?

 

 

 

“Öyle çok şey yapmak istiyorum ki, bir kere taş bir ev yapmak istiyorum, orada bir sandalet müzesi gerçekleştirmek klasik müzik çalmak ve yeni yeni modeller yapmak istiyorum.”

 

 

 

Bu arada arkada çalan “dudu kaseti”, onu tezgahında evirip çevirip baktığı ve yeni ürettiği ve içine sindirdiği sandalet modeli, tepeden sarkan renkli çantalar, yaşanmak istenenle, yaşanan arasında ki keskin ayrımı öylesine ortaya koyuyordu ki; “ bak !” dedi, elinde şans kuşu olan spor loto kağıdını göstererek “3 sayıyla kaçırdım, 600 milyar eğer çıksaydı şimdi beni Yaka köyünde ziyaret edecektiniz.”

 

 

 

Ne işin var orada?

 

 

 

“Ninemden kalan bir bahçem var, tek istediğim oraya bir taş ev yapmak.”

 

 

 

“ Sponsor arayışın oldu mu hiç ?”

 

 

 

“ Hiçbir zaman sponsor aramadım.”

 

 

 

Anlaşılan oydu ki; beklenen tek sponsor “talih kuşuydu” , dükkanın bir çok yerinde spor loto, sayısal, milli piyango kağıtları kendilerini ele veriyordu.

 

 

 

“Bodrum sana ve sanatına ne kattı?”

 

 

 

“Benim sanatıma hiç sbir şey katmadı, sanat içimde var benim başka nerede yaşarsam yaşayayım yaratıcılığım olurdu. ”

 

 

 

“ Peki Bodrum dışında mesela Karsta , Erzurum da yaşasaydın da bu işi mi yapardın ve bu kadar ünlü insanla karşılaşır mıydın?

 

 

 

“Ben ayakkabı çıraklığından geldim buraya, Başka bir yerde yaşasaydım belki başka bir işim olurdu ama sanatım yine olurdu ve o insanlar beni yine bulurlardı. Bak bir keresinde ne oldu? Sandalet yapmak için aldığım derilerin paralarını veremedim, dericilerde bana malzeme vermediler ben de ne yaptım biliyor musun? Deniz kenarına gittim ve deniz kabuğu ve çakıl taşı topladım sonra karpuz çekirdekleriyle bir araya getirip kolye yaptım, dükkana astım. Satıldı ve adamların borcunu ödedim.”

 

 

 

“Bodrumda yaşamasaydın nerede yaşamak isterdin?

 

 

 

“Ben buralıyım, Bodrum’un havası çok güzel, mesela Londra çok karanlık bir yerdi, belki Paris te olabilirdi.”

 

 

 

“Neden Paris?”

 

 

 

“Sanata ve sanatçıya değer veriyorlar. Aslında burada da değer verenler var, kimseye haksızlık etmek istemiyorum ama burada her şey çok zor. Bodrumda bana bu dükkanı verdiler. Birde şu ödülü.” Camdan bir plaket; “Kültür Bakanlığı Sanatçı ödülü”

 

 

 

“Lale hanım verdi bunu, bir istediğin var mı diye sordu?

 

 

 

“Ne istedin?”

 

 

 

“Muğla da bir deri ustam vardı.

 

 

 

Hasan usta ( Hasan Dereli), derilerimi ondan alırdım, dükkanı istimlak olacaktı.Eğer dükkanını istimlak etselerdi adamcağız çalışamazdı. Benim işim için de en önemli şey deri eğer o usta deri yapmazsa ben de sandalet yapamam. Ona bir yer bulmalarını istedim. Lale hanım zamanında onu orada tuttular ama sonra adamın dükkanını istimlak ettiler, şimdi çok zor durumda…..”

 

 

 

İşte Türkiye de sanatın zorluklarından biri, Lale hanım “Bir istediğin var mı?” diye sorduğunda kendisi içini bir şey istediğini sanmıştınız değil mi? Ben de…

 

 

 

Bu arada bir dönem sandaletçilik çok azalmıştı, bir çok usta dükkanını kiraya verdi yada bu işi yapmayı bıraktı ama buna rağmen biri iki genç arkadaşın bu işi sürdürmek için uğraştıklarını görüyorum, en son olarak bu işe gönül veren gençlere söylemek istediğin bir şey var mı?

 

 

 

“Benim modellerimi çalmayın. Ben ölüp gideceğim, benden sonra ne yapacaksınız. Kendi modellerini üretsinler, işlerini iyi yapsınlar ve severek yapsınlar, müşterilerine iyi davransınlar. Onlar tekrar geri gelirler.”

 

 

 

Sanırım sandaletin bütün sırrı buydu “sevmek, sevmek, sevmek…..”

 Daha yazılacak çok şey var. Bu dergide birkaç sayfada yazılacak gibi değil, en iyi si bir kez gidip şu tezgahı görmeli .

 Ne dersiniz ?

 O ince ve uzun parmaklardan deriye doğru akan sihirle, ayak parmaklarınızın arasından bileğinize doğru çevrilen bir iki bant ve bir iki zımbayla ayağınızın en zarif halini ortaya çıkaran, süsten püsten uzak en zarif ve en yalın model…..Geçen onca yıldan sonra yaşamın imbiğinden süzülen sevgili sadelik…..        Ben Ayakkabıcı çırağıydım bu işe oradan yetiştim. Yazın sıcakta köselenin üstüne “vardula” derdik sırımdan daha kalınca tek bir parça bağlardık ayağımızı tutsun diye, işte öyle başladı.36 yıldır bu işi yapıyorum 66’ya kadar tek tabanca olarak yaptım


Konu Yazarı :

Yorumlarınızı Yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Yazılar

Ufukta gemiler göründü

Önceki Yazılar

Yanıbaşımızdaki Dostluklar

En Son Yazılarımızdan Seçmeler

Bodrum’un Sarnıçları

Bodrum’un Sarnıçları Bu yazı Bodrumlife Dergisinin Sonbahar 2022 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı: Mimar Sedef Nazan DEVELİ