Göç, Göçmen ve ‘Dedemin İnsanları’

2170 Kez Okundu





Yıl 1924. Bir gemideyim: Gülcemal… Öte yakadan bu yakaya savrulan binlerden biri de benim. Belki bir duvar ustasıyım, belki kunduracı, belki de bir balıkçı. Geldiğim yere de gittiğim yere de yurdum diyorum; ama ben her ikisinde de “öteki”yim.
Göçmenim ben.
 – Nerelisin?
 – Buralıyım.
– Yok yok aslen?
 – Aslen!?
 Adım yazsa da nüfus kütüğünde… İlk adımlarımı bu sokakta atmamış, ilk körebe oyunumu bu sokakta oynamamışım ya…
 Cinemarine’nin koltuklarından birine gömülmüş “Dedemin İnsanları” nı izliyorum. Girit Göçmeni Mehmet Bey denize içi nağmeli şişeyi bırakırken, ben perdede Limburg’un ( Belçika) Türk kahvelerinden birinde tanıdığım Anastas’ı görüyorum:
 “ Bir elinde mala, ötekinde makas
Çatı vardır akan,
Ağaçlar vardır budanacak
Babamdan öğrendim, der,
Rum ağzı Türkçesiyle
Nur içinde yatırsın Allah!
Ayasulug’da otururlarmış
Gözün gördüğü yer bağ bahçe
şžehirler dolusu han hamam
Hepsi kalmış oralarda
Yurt dediğin nedir?
Ben nereliyim, bilmem…” diyor.
 
Bir an Hisarbaşı’nda Mehmet Bey’in dükkânında çırak oluyorum. Anam babam Anadolu’nun derinlerinden gelip Sodra Dağı’nın eteklerinde bir gecekonduya yerleşmiş. Arkadaşım Ozan, yani Mehmet Beyin torunu, benden daha buralı olduğundan mıdır ne pek sevmiyor beni. Dudaklarımdan başka bir Limburg güncesi dökülüyor:

 “Palabıyıklıdır en büyük amcam
Köyümüzün ilk kömür işçisi…  
Yol yordam öğretmiş bizlere
Bundandır saygıda kusur etmez kimse
Yerindeyken keyifler:  
 " Uyacaksın gavurun kuralına" der
Canı sıkılmışsa, vardiya yorgunuysa hele
Yemin ettirir
Ölüsünü bu topraklarda bırakmayalım diye”

 Bildiğim tüm geçmişim Karialı; ama filmin her anında nedense hep göçmen oluyorum. Orta Asya steplerinden kopup gelen de Balkanlardan gelen de benim. Bir Sefaret oluyorum, “Hişşt!” diyorum bana yabancı gözüyle bakanlara. “Sen buralara geleli kaç yıl oldu ki daha? Ben 600 yıldır bu topraklardayım. Marifet bu toprakların insanı olmaksa, ben senden çok daha yerliyim.”
Bir Boşnak oluyorum, bir Arnavut, bir Levanten … hatta Habeş bile oluyorum. Dedemin “Türkiye’de 72 millet var” sözünü anımsıyorum. Filmin bir sahnesinde, onun “Benim en yakın dostum Yanni’ydi. Değirmeni vardı çay kıyında. Savaşa giderken çocuklarıma göz kulak ol demiştim. O da mübadelede giderken değirmeni bize emanet etti…” epilogu belleğimden alt yazı gibi geçiveriyor. Gelecekte de gerçek olsun dileğiyle: Onlar, bin yıllardır göç almış, göç vermiş bir yurdun bireyi oldukları için kapılarını çalan herkese, Tanrı misafiri, derlerdi. şžu koskoca dünyada camiden, havradan, kiliseden çıkıp bir çınar altında birlikte tavla oynamayı en çok onlar becermişlerdi, diyorum.
 
Göç savrulmadır. Yeniden kök salmaya, bir ömür yetmez. Yeni yurdunuzda kökeninizle çağrılırsınız: Giritli Mehmet, Adalı Ali, Bulgar Hasan, Arnavut Bekir.
 
Göç, gurbetin ebesidir. Sıla, göçmenin sevgilisi. Yıllar geçerken, her göçmen, Giritli Mehmet Bey gibi o sevgiliyi “bizim ora” yemekleriyle donatılmış sofralarda arar. Ama gelecek gençtir, bir anda geçer zaman. İster asimilasyon desinler adına, ister entegrasyon, çocuklar büyüdükçe sıla, seraba döner.

Sıla, torunlar içinse, rivayetlerle süslenmiş bir öyküdür. Necati Cumalıların, “Viran Dağlar” “ Makedonya 1900”, Yahya Kemallerin “Balkan şžehirlerinde Geçerken Çocukluğum” diye dillendirdiği öyküleri, Çağan Irmakların, “Dedemin insanları” olarak anlatması da bundandır.
 Göç, umudun terkisinde yolculuktur. Bu umut gerçekleşse de yüreklerdeki dönüş kapıları hep aralıktır. İsteyen bir gün, yolunu bulup sılasıyla hasret giderebilir. Oysa bir de ırkı, dini, milliyeti, siyasi düşüncesi veya belirli bir sosyal gruba aidiyeti dolayısıyla zulmedilerek yerinden yurdundan koparılanlar vardır. Onların kapıları, ardına dek açıktır. Her yarının, her şeyi değiştiren bir gün olacağını hayal ederler. Günün birinde kuşların özgürce uçtuğu, suların izinsiz akıp geçtiği sınıra dayanıp;
Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna’dan,
işitiyor musun?
Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,
işitiyor musun?
Memet! Memet!

 diye bağırırlar “Eloğlu duyar seslerini; ama kardeşleri duymaz.” Bizler onlara da göçmen, der geçeriz. Oysa onlar, sürgün veya sığınmacıdırlar. Onların ceplerinde bir pasaport bile yoktur.

Göç, acılardan beslenir. Göç, kalmak için çare tükendiğinde, gitmedir. Bu yüzden Ahmet Telli’nin:  
 
Göç oldu bir acıdan öbür acıya
oysa sağrısı kurumamıştı atımızın
daha dün sürüp gelmiştik buralara
bugün göründü yine yolların ucu

 dizelerinde şiirlediği gibi, insan var oldukça sürüp gidecektir.

 Film bittiğinde ben de bir süre yerimden kalkmadım. O an ne filme emeği geçenler listesine bakıyordum ne filmin teknik eleştirisini yapıyordum. Peruzat’ın aşk üçgeninin filme ne kattığını, bu kadar çok metaforun gerekli olup olmadığını da düşünmüyordum. Biz, bin yıllardır göç alıp veren bir toprağın insanlarıydık. Herkes filmin birçok karesinde kendisinden izler bulabilmişti. Onca insanın koltuklarına çivili kalmasının nedeni de buydu.

Özellikle toplumsal ayrışmaların alabildiğine körüklendiği bu günlerde, bizi bizle buluşturan, bizi bize sorgulatan “Dedemin İnsanları” için Çağan Irmak’ı ve ekibini ne kadar kutlasak azdır.


Konu Yazarı :

Yorumlarınızı Yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Yazılar

Bodrum’da kış yaşamı ve çiçekleri

Önceki Yazılar

Bodrum’un tarihi mirasını gün yüzüne çıkarma çalışmaları söylevlerde kalıyor…

En Son Yazılarımızdan Seçmeler

Bodrum’un Sarnıçları

Bodrum’un Sarnıçları Bu yazı Bodrumlife Dergisinin Sonbahar 2022 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı: Mimar Sedef Nazan DEVELİ