Datça ‘Güzelliğe tapanların şehri’ Bir Hafta Sonu Gezisi

2538 Kez Okundu

Güzellik tanrıçası Afrodit kültü eski çağlarda Karya bölgesinde sadece
Knidos’ta vardı.*

Mart ayı sonlarında Datça ve civarını, özellikle eski Datça’yı gezerken burada hâlâ güzelliğe dair bir
inanışın sürdüğünü
düşündüm.

Başlı başına bir hikâye olan Knidoslu Afrodit’in öyküsünü diğer satırlara erteleyip, gezimizi anlatmaya en başından başlayım:

Datça’ya yolculuğumuz Bodrum Fotoğrafçılar Grubu olarak bir araya gelmiş, aralarında sevgili  dostumuz Ahmet Hıdır’ın da bulunduğu amatör fotoğrafçıların düzenlediği bir gezi sayesinde oldu. Bakmayın siz kendilerine öyle “amatör fotoğrafçılar” filan dediklerine, grupta ve geziye katılanlar arasında bu nitelemeyi hak etmeyen gerçekten başarılı çalışmaları olan kişiler de vardı. Biz minibüste tesadüfen ön koltukta kendimize yer bulduk ve şansa bakın ki minibüs şoförümüz Mumcular
civarlarında bir köy olan Kısırlar’danmış, böylece yol boyunca pek çok yöresel bilgiyi ondan öğrenmiş olduk.

Pınarbaşı’ndaki 8 asırlık çınarın gölgesinde Kanuni Sultan Süleyman da serinlemiş midir?

Sabah saat 09:00 civarında iki küçük minibüse doluşarak Bodrum’dan Datça’ya doğru yola çıktık. Milas’a geldiğimizde  bir kaç genç gezgin daha aramıza katıldı. Sonra Pınarbaşı’nda 8 asırlık çınar ağacının dalları altında ve gürül gürül akan kaynak suyunun serinliğinde çay molası verdik. Burası Bozüyük Beldesi sınırları içinde bir yer ve gerek Bozüyük gerekse bu 800 yıllık ağaç sizi sanki Rodos seferinde Değirmenbaşı mevkiinde konaklayan Kanuni Sultan Süleyman ve orduları az önce buradaymış gibi bir atmosferin içine çekiveriyor. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de sözü edilen Bozüyük 1480’li yıllardaki Osmanlı tapu tahrir defterlerinde adı geçen çok eski bir yerleşim. Bu bölgedeki Kuvayı Milliye hareketini başlatarak Kurtuluş Savaşımızın kahramanlarından ve Atatürk’ün dostlarından birisi olan Hacı Süleyman Efendi de Bozüyüklü idi.

Gökova’da turist olmamak!

Yola koyuluyoruz ve geçmişin silüetlerinden sıyrılıyorum. Muğla’ya vardığımızda şehre girmeden çevre yolundan ilerliyoruz. Gökova’ya inen o dolambaçlı yolun başında manzara fotoğrafı çekmek için duruyoruz. Nedense burada minibüsten inmek içimden gelmiyor. Bu durduğumuz yer her geliş gidişimde fotoğraf çeken insanları gördüğüm turistik yerlerden birisi. Turistlerin içinde fakat turist olmayarak yaşayan biz Bodrumluların “turist” moduna girmesi kolay olmuyor galiba. Burada fotoğraf çekmek bana “çok turistik bir eylem” olarak göründüğünden midir nedir, bir türlü o “turist olmayan” kimliğimin dışına çıkamıyorum. Oysa manzara gerçekten güzel, tam fotoğraflık! Benim de boynumda asılı duran iyi bir fotoğraf makinem var ama fotoğraf çekmek yerine koltuğumdan kıpırdamamayı seçerek herkesin minibüse binmesini ve bir an önce ilk kez göreceğim Datça’ya varmamızı bekliyorum.

Marmaris

Nihayet herkes minibüslere biniyor ve Marmaris’e doğru yola devam ediyoruz. Saatin öğle vaktini epey bir geçtiği vakitlerde Marmaris’e varıyoruz. Hepimizin karnı acıktığından minibüsün içinde sızlanmalar başlıyor. Ahmet Hıdır diğer minibüsteki ekip başımız İsmet Bey’i arayıp nerede yemek yiyeceğimizi soruyor. “Bizi takip edin” cevabını alıyoruz ve Marmaris şehir merkezine giren öndeki minibüsün ardından o trafik keşmekeşine dalıyoruz. Marmaris’in içi tam bir şantiye gibi, merkezde bir yerlerde geniş bir park yapımına girişilmiş, pek çok bina yıkılmış ve ortalık toz duman. Derken dar sokak aralarından güçlükle ilerleyerek çokça bir zaman kaybından sonra et lokantası – pideci türü bir yerde öğle yemeğimizi yiyoruz. Yemek sırasında birbirini tanımayanlar tanışıp kısa sohbetlere dalıyoruz. İşte şimdi turist modundayım artık.

Marmaris Fotoğraf Kulübü’nü ziyaret

Bu arada Marfod – Marmaris Fotoğraf Kulübü’ne de uğruyoruz. Bir apartmanın giriş katında, kısa film ve fotoğraf gösterimlerinin yapıldığı izleme salonuyla, ayrıca duvarlarındaki fotoğraf sergisiyle göz dolduran bir kulüp merkezi. Üyeleri takdiri hak ediyorlar. Çünkü burada çok faydalı ve keyifli etkinlikler gerçekleştiğinden, gerçekleşeceğinden kuşku duymuyor insan. Marfod başkanı Erdal Türkoğlu ve diğer üyeler bize yani toplam 35 kişiye çok misafirperver davranıyor. Reha Bilir’in Çizgiler isimli kısa sunumunu izliyoruz birlikte. Bu sunum bizi alıp fotoğraf dünyasının ve Reha Bilir’in evrenine götürüyor. Kısa sunum bittiğinde koltuklarımızda kala kalıp bir süre yerimizden kıpırdayamıyoruz hatta. Öyle güzel düşünülmüş, öyle güzel bir çalışma.

Minibüslerimize doluşuyoruz yeniden. Datça’ya ne zaman varacağımızı hesaplarken saatin ne kadar ilerlemiş olduğunu fark ediyoruz. Önümüzde en az 70 km. yolumuz var. Rotamız Mesudiye, Palamutbükü, Knidos ve Datça. Datça’da önceden yer ayırttığımız otelimizde geceleyeceğiz. Ertesi gün gezimiz devam edecek ve akşam üzeri Bodrum’a dönmek üzere yola koyulacağız. Program bu.

Balıkaşıran’ın baş döndüren güzelliği

Marmaris’ten çıkıyoruz. Yolumuz öyle güzel bir doğada sürüyor ki, denizi çamların arasından bir sağımızda bir solumuzda görmekten, yeşil ve mavinin en güzel tonlarında döne döne yol almaktan başım dönüyor ama yine de hiç bir görüntüyü kaçırmak istemiyorum. Bir an için bile olsa gözlerimi kapamıyorum.

Datça yarımadasının bir yanı Akdeniz diğer yanıysa Ege denizi. Yarımadanın en dar yerine “Balıkaşıran” deniliyor. Güya balıklar uçarak bir denizden öbürüne atlarlarmış da ondan buraya böyle denilmiş. Bu söylentiyi dile getirenler herhalde mizah yeteneği olan kişilerdi diyorsunuzdur siz de benim gibi sanırım. Diğer bir rivayet de bir sahile balık akını olduğunda balıkçıların sandallarını bir sahilden diğerine karadan omuzlarında taşıyarak geçirdikleri için bu ismin buraya verilmiş olması. Bu makul geliyor kulağa. Böyle olunca yakalanan balıklar sandalların içinde balıkçıların omuzlarında havadan -yani bir anlamda uçarak- geçmiş oluyorlar ki her iki rivayet de böylece mümkün görünüyor.
Mesudiye yollarında

Datça’ya varıyoruz ama hiç içeri girmeden doğru Mesudiye’ye kırıyoruz direksiyonu. Akşam olmuş gün bitmekte ve biz ancak varabildik Datça’ya, üstelik dolambaçlı dar yollarda başımız dönmüş, yorgun bir vaziyetteyiz. Yorgunuz ama keyfimiz yerinde. Minibüsün içinde Gamze’nin, Ahmet’in, diğer ismini bilmediğim yol arkadaşlarımızın şakaları, birbirine takılmaları yerini sadece güzel melodilerin duyulduğu bir huzur ortamına bırakmış. Mesudiye’ye varmak için çok dar ve virajlı yollardan geçiyor, dik bir yamaçtan geniş bir ovaya inmek için yol alıyoruz. Aramızdan bir kaç kişinin alçak sesle şarkı söylemeye başlaması ortamı daha samimi ve rahat kılıyor.

Evet, sahile indik artık. Çok güzel bir günbatımında Mesudiye’deyiz. Her yer bağlık bahçelik. Zeytin, badem, incir ağaçları dört bir yanda. Etraftaki evlerin çoğu taş ev. Gözümüze çirkin gelen bir yapılaşma yok, daha doğrusu bizim gözlerimiz Bodrum’daki yapılaşmaya aşina olduğu için burada ufak tefek çirkinlikler varsa da yapılaşmaya dair, görmezden gelme eğilimindeyiz.

Harika bir kumsal, henüz sezon başlamadığı için açık bir yer görünmüyor yakınlarda. Karşımızda neresi olduğunu kestiremediğimiz adalar var. Tahminlerde bulunuyoruz aramızda: “Burası Simi olmalı” “Yok Kos orası” “Bozburun Yarımadası da olabilir”. Biz bunları konuşurken oralı bir genç bize doğru dönüp tartışmaya son veriyor: “Orası Tylos Adası”.

Sahilde biraz yürüyüp, hep yaptığım gibi bir kaç çakıl taşını hatıra olarak yanıma alıyorum. Günbatımı renkleri eşliğinde oradan ayrılıyoruz.

“Kent karadan gelene farklı, denizden gelene farklı görünür”

Palamutbükü’ne varmak için sahil yolunu seçiyoruz. Oradan da ver elini Knidos diyeceğiz. Yol öylesine dar ve keskin virajlarla  dolu ki, üstelik hiç araba da geçmiyor. Kimsecikler yok yanımızda yöremizde. “İyi ki iki arabayız” diyorum içimden. Bu arada sağımızda solumuzda sık sık mezarlıklara rastlıyoruz. İçimizden biri “burada yaşayandan çok ölü var galiba” diyor. Bu söz hepimizi güldürüyor. İçimden düşünüyorum: “her yerde öyle değil midir zaten?”
Palamutbükü uzaktan görünüyor. Tam da Marco Polo’nun “Kent karadan gelene farklı, denizden gelene farklı görünür” sözünde olduğu gibi çok yıllar önce denizden tekneyle gelip bir gece kaldığımız yer değil sanki burası.

Palamutbükü mü? Knidos mu?

Hava henüz kararmamış olsa da eğer Palamutbükü’nde minibüslerden inip şöyle bir gezersek Knidos’a yetişemeyeceğimizin farkındayız. Çünkü akşam olmuş ve hiç birimiz Knidos’a biletle mi yoksa serbest mi girildiğini bilmiyoruz. Bir açık hava müzesi olarak mesai saati bitiminde içeri girilemiyor olabilir. Palamutbükü ve Knidos arasında tercih yapmak zorundayız.

İstikamet Knidos.
Muhteşem Knidos

Daha Knidos’a varmadan yolun etrafında görmeye başladığımız kalıntılardan yaklaştığımızı anlıyorum. Güneş tamamen battığında hava henüz kararmamışken, Knidos’a giriyoruz. Nasıl bir dinginlik, nasıl bir güzellik var karşımızda böyle! Hepimiz elimizde fotoğraf makinelerimiz etrafa saçılarak bu benzersiz Antik kenti objektifimize yansıtacak en güzel kareyi bulmak peşindeyiz bu dakikalarda. Dakikalar kıymetli, çünkü birazdan hava karardığında fotoğraf çekmek için çok geç olacak.

Veeeee Datça!

Knidos’tan ayrılıp Datça’ya vardığımızda doğru otelimize gidiyoruz. Odalarımıza yerleşmek uzun sürmüyor. Yaklaşık yarım saat sonra akşam yemeği için lobide buluşup dışarı çıkıyor ve akşam yemeğimizi sahilde çok güzel bir balık lokantasında yiyoruz. Yemek çok güzel koyu bir sohbetle taçlanıyor ve sonra bir kaç arkadaşımız geç saatlere kadar eğlenebilecekleri bir bar bulup geceye devam ediyorlar.

Ertesi gün otelde kahvaltı yaptıktan sonra Ilıca Gölü denen küçük kaynak suyu göletinin de bulunduğu Taşlık Plajında yürüyerek güne başlıyoruz. İçinde Demeter, Knidos Aslanı gibi halen British Museum’da bulunanheykellerin replikalarının bulunduğu belediye parkından geçerek minibüslerimize ulaşıyoruz.

Can Yücel’in mezarındayız

Hepimizin dilinde “Can Yücel’in mezarına gidecek miyiz?” sorusu var. Can Yücel’in mezarını tasarlayan ve yapan kişi, Kars’ta yıkılan heykelin de yaratıcısı olan heykeltraş Mehmet Aksoy. Can Yücel’in mezarına tıpkı Kars’taki heykele yapılan çirkin saldırı gibi bir saldırıda bulunularak mezarın tahrip edilmiş olması, bizde hassasiyet oluşturuyor. Gittiğimizde Can Yücel’in tahrip edilmiş mezarının görüntüsü hepimizi üzüyor. Mezarının başında genç bir arkadaşımız onun bir şiirini yüksek sesle okuyor ve Can Yücel’i sevgiyle anıyoruz. Mezarlık özellikle beğenimizi kazanıyor. Yerlisiyle yabancısıyla farklı dinlerden, milletlerden insanlar bir arada barış içinde ebedi istirahatteler. Çok duygulanıyoruz. Bir de bakıyorum Ahmet Hıdır “Peter Sprotte Hayratı”nın çeşmesinin suyuyla mezarlıktaki çiçekleri suluyor. Ben de diğer pek çok arkadaş gibi oradan ayrılırken Allah’ın rahmeti için içimden dua ediyorum.

Eski Datça hepimizi hayran bırakıyor.

Bu hüzünlü ziyaretin ardından Can Yücel’in evinin de bulunduğu Eski Datça mahallesine geliyoruz. Burada her şey çok iyi korunmuş. Eski sokaklar, eski evler, olduğu gibi muhafaza edilmiş. “Neden Bodrum’da böyle bir yer yok?” diye hayıflanarak sokaklarında yürüyoruz. Can Yücel’in evi olduğu belirtilen yere geldiğimizde kapısının kapalı ve kimsenin yaşamadığını görüyoruz. Evin hiç değilse avlusundan içerisinin fotoğrafını çekebilmek için arkadaşlardan bazıları her yolu deniyor. Sonunda Can Yücel’in hep geldiği kahveye gidip oturuyor ve kahvelerimizi yudumluyoruz. “Burada yaşamak çok güzel olmalı” düşüncesiiyle Eski Datça’dan ayrılıyoruz.

Bodrum’a dönüş vakti

Yola çıktığımızda Datça’yı görmek için bu ziyaretin çok kısa olduğunu, yetmediğini konuşuyoruz aramızda. Bodrum’a akşam üzeri varıyoruz. Bir dahaki gezide buluşmak üzere sözleşip ayrılıyoruz. Ama aklıma Datça’yı bir kez daha gidilmesi, gezilmesi gereken bir yer olarak yazıyorum. Datça’da görecek, öğrenecek çok şey var!

 

M.Ö. 350 Knidos Aslanı

Knidos Demeteri ve Knidos Aslanı günümüzde Londra’da British Museum’da sergileniyor.
Knidos Aslanı’nı müzeye girer girmez girişte devasa karşınızda görüyorsunuz.

Knidos Aslanı’nın yurt dışına çıkış öyküsü ilginç. Charles Newton aslanlı tepenin hemen arkasındaki  koya kürekli bir filika ile geliyor ilk gelişinde. Knidos Aslanı binlerce yıldır kıpırdamadan yüzükoyun yattığı yerde. Buralara da o gelinceye kadar kimseler gelmemiştir büyük ihtimalle. 11 tonluk Knidos Aslanını bu koydan küçük bir tekneye üç günde yükleyebiliyorlar ve ardından açıkta bekleyen İngiliz savaş gemisine yüklenerek götürülüyor.

Arkeolog Charles Newton 1850’li yıllarda Knidos ve Halikarnas’ta yaptığı kazılarda bulduğu birçok heykeli ve duvar freskiniİngiltere’ye götürmüş. Kendisine bu hizmetlerinden ötürü “Sir” ünvanı verilmiş.

Kaçırmış diyemiyoruz çünkü herkesin bilgisi dahilinde ve padişah fermanıylaüstelik  tüm masrafları da kendisine Osmanlı devleti tarafından ödenerek oluyor her şey. Hatta o zamanın ağası Mehmet Ali Ağa’dan da insan gücü ve malzeme açısından yardım alıyor. Kitabında Ağa ile olan dostluğunu anlatıyor.

Yukarıdaki fotoğrafta Knidos Heykeli British Museum’un hemen girişinde sergilenirken görülüyor.
M.Ö.IV. yüzyılda ünlü heykeltraş Praxiteles tarafından yapılan Knidos Demeter heykelinin bir replikası da “Ilıca Gölü” nün yanındaki Belediye Parkı’nda sergilenmekte.

 

Grotesk erkek başı şeklinde, yüksekliği 17 cm. olan vazo.
M.S. 2.yy – 3.yy Knidos
British Museum

Zalim bir karikatür mü?

Bu özel vazo türü Knidos ve çevresinde çok miktarlarda imal edildiği için “Knidos rölyef işi” diye anılan çömlek türüdür. İki parçalı kalıptan üretilen vazoya daha sonra kaşlar, sakal ve küçük ayrıntılar yapılırdı. Vazo pişirilmeden daldırma usulü ile boyanırdı. Knidos rölyef işleri arasında grotesk yani ürkünç ve komikliği bir arada taşıyan başlar ve koç, aslan, köpek gibi hayvanlar da  popüler motiflerdi.

 

Verimlilik Tanrıçası Demeter
M.Ö. 350 Knidos

Knidos’taki ikinci önemli heykel. Demeter heykeli. Praksiteles’e ait M.Ö.350 yılında yapılmış. Charles  Newton tarafından Knidos Aslanı’yla birlikte Londra’ya götürülmüş. şžimdi British Museum’da sergileniyor.

Müzeye kayıt tarihi 1859 olan 1.51 cm boyunda mermer heykel. Demeter bir türlü bulunamayan Knidos Afroditi’nin tersine tepeden tırnağa giyimli. Oturur şekilde heykele dönüşmüş, tutucu bir anne kılığında. Demeter, bereket ve tohumların tanrıçası. İnsanlara tohum alma ve ekin yetiştirmeyi öğrettiğine inanılıyor.

Böylece göçebe hayatı bırakarak yerleşik düzene, tarım toplumuna geçebilmişler. Demeter planlı toplumun anası olmuş. Annelik figürü ağır basan bir tanrıça Demeter.
Zeus’un kız kardeşi. Persefone adında bir kızı var. Persefone  yeraltı tanrısı tarafından kaçırılınca Demeter toprağın altını üstüne getirmiş kızını bulmak için. O zaman da hiç ürün alınamamış. Bu yüzden Zeus, Yeraltı Tanrısı Hades’e kızı bırakmasını söylemiş. Hades de mecbur kalmış bırakmaya ama eşine veda armağanı olarak büyülü bir nar vermiş. Narı yiyen Persefone her yılın üçte birini kocasıyla yer altında geçirmek zorunda hissetmiş kendini.

Demeter sadece kızı yanında olduğunda bitkilerin büyümesine ve ekin ve tohum alınmasına izin vermiş. ilkbahar, yaz, sonbahar.  Bu nedenle mevsimler de Demeter ile ilgili.

Antik çağda hep oturan, kızının peşinde  üzgün bir kadın olarak resmedilmişâ€ˆDemeter ama cüretkar ve kimseye gerek duymadan kendi başına kızının peşine düşen, bu uğurda cezalar veren ve aradığına ulaşmadan durmayan biri…

Knidos Afroditi
ya da Çıplak
Aphrodit

Datça Yarımadası’nın batı ucunda yer alan antik Knidos şehrinin ünlü Afrodit heykelidir. Orijinali kayıptır. Atinalı heykeltraş Praxiteles’in M.Ö.350’li yıllarda beyaz, sert mermerden yaptığı heykel, dünyadaki ilk çıplak kadın tanrıça heykeli olması bakımından önemlidir. Heykelde tanrıça Afrodit, sol elinde kıyafetini tutar ve sağ eliyle de cinsel bölgesini kapar biçimde betimlenmiştir. Heykeli görmek için diğer bir çok şehirden Knidos’a ziyaretçi geldiği anlatılır.

Praxiteles, İstanköy Adası’na sipariş üzerine iki Afrodit heykeli yapar. Bunlardan birinde tanrıça figürü örtülüyken diğerinde çırıl çıplaktır. İstanköy, çıplak heykeli almak istemez ve heykel Knidos şehri tarafından alınır.

Knidoslular parlak dönemleri geride kalıp yoksullaştıklarında bile Bithynia Kralının büyük para önerisini, yapılan halk oylaması sonucu geri çevirip heykelleriyle birlikte sıkıntıya katlanmayı seçerler. Bu heykelin güzelliğine vurulan çok kişi olduğundan söz edilir. Salvador Dali’nin “Afrodit’in Yüzü” adlı tablosuna esin kaynağı olmuştur.

Datçalılar sanat ve edebiyata değer veren bir kültüre sahipler. Bertolt Brecht, Can Yucel, Federico García Lorca, Louis Aragon, Nazım Hikmet, Pablo Neruda, Vladimir Mayakovski, William Shakespeare, Yannis Ritsos, Âşık Veysel gibi pek çok yazar, şair ve sanatçı ismi Datça sokaklarını süsler. Unutmadan tekrar edelim Datça dendiğinde akla önce iki şey gelir: Birisi Knidos diğeri de Datça bademidir. Datça bademi artık ülkemizde Knidos Afroditi gibi bir marka. Bu yüzden bazı yerlerde Datça ürünü olmadığı halde badem satarken Datça bademi diye yazdıklarını görüyoruz. Datça bademinin bir çok çeşiti var. En meşhuru nurlu badem, iri  ve pahalı. Ak badem sıralamada ikinci. Diş bademi ise adı üstünde dişinizle kırmak için. Datça’nın yerli bademi ise sıra badem.

Kızlan Köyü: Yarımadanın tipik yeldeğirmenlerini görmek istiyorsanız Datça’ya 8 km. uzaklıktaki Kızlan Köyü’ne gitmelisiniz. Yarımadanın en çok rüzgâr alan bölgesi de burasıdır.

 

Datça’ya Nasıl Gidilir?

Bodrum’dan Datça’ya karayolundan gitmek hayli zahmetli.
Güzel bir güzergah olmasına rağmen virajlı ve neredeyse iki buçuk – üç saati bulan  bir yolculuk.  Bodrum’dan kalkan feribotlarla arabanızla beraber yakıt parasına Datça’ya gitmek daha akılcı.
Bodrum – Datça arası güzel bir deniz yolculuğuyla 1 saat 45 dakika sürüyor. Dilerseniz biletinizi alıp Datça’ya kadar hem de güneşlenerek ve deniz havası soluyarak günübirlik gidip gelebilirsiniz…

J.W. Hayes, Handbook of Mediterranean Roma (London, The British Museum Yayınları, 1997)

 

Konu Yazarı : İkbal Çiğdem Damar

Yorumlarınızı Yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Yazılar

La Blanche Resort & Spa Hayalleriniz ve Ötesi

Önceki Yazılar

Mimar Gülay Tezer Evi

En Son Yazılarımızdan Seçmeler

Bodrum’un Sarnıçları

Bodrum’un Sarnıçları Bu yazı Bodrumlife Dergisinin Sonbahar 2022 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı: Mimar Sedef Nazan DEVELİ