Gökova’nın Billuru Çökertme

3525 Kez Okundu





“Gökova’ya giderken Oraklar’a uğradığımız gibi, dönüşte de
Çökertme’ye uğrardık mutlaka. Bu kıyı köyünün çekiciliği Çakır Ayşe ile Paluko efsanelerinden de kaynaklanırdı. Onları tanıdığımda Çakır Ayşe, mavi gözlü, olağanüstü güzel, yaşlı bir kadındı. Asıl adı Mustafa olan
Giritli Balıkçı Paluko da olağanüstü yakışıklı, yaşlı bir erkekti. Bir akşam bu ikisi bizlerden uzakta, kuma çömeldiler, uzun uzun konuştular baş başa. Birbirlerine neler söylediklerini duyabilmek için meraktan
ölüyordum. Ama öyle gizemli bir çember çizmişlerdi ki
çevrelerine onlara yaklaşmanın yolu yoktu.”

Eskiler “karpuz kabuğu suya düşmeden denize girme” derlermiş. Karpuz, ham hışır da olsa tezgâhlarda yerini çoktan aldı; ama biz ayağımızı denize hâlâ sokamadık.
Bugün yolumuz Çökertme ve Bozalan’a. Önce denize dalacağım. Sonra da yetmişli yıllara uzanıp geçmişle gelecek arasına gökkuşakları gereceğim.
Gideceğimiz yer Çökertme olduğuna göre otobüsün dolu olması doğal.

“şžu Çökertme dedikleri
Gökova ’nın Billuru.
Burma bıyıklı kaptanlar
Güvertede rakı içer,
Keçiler denizi…
Harnuplar gölge salar bal vermez."

—Keçi, deniz suyu mu içer yahu?
—İçer, içer. Çökertme’nin suyu halis billurdur. İnanmayan bugün denesin.
Mumcular’ın parti bayraklarıyla donatılmış sokaklarından geçerken bir bayan: “Karaova türküsünü söyleyelim.” diyor.
Gerçekten de şimdi türkü söyleme zamanı. Her seçim, bir şenlik bence.

****
1970’li yılların ortalarıydı. O yaz tatilimizi Çökertme’de geçirecektik. Çökertme’nin denizini, havasını biliyorduk; ama kimse akreplerinden söz etmemişti. Hava sıcak, deniz limonata. Kimimiz güneşin, kimimiz denizin tadını çıkarmaya başlamıştık ki bir köylü kadın:
 “Bebekleriniz var. Gece dikkat edin. Buralarda kuyruklu çok olur.” deyince akşama korkuyla giriyoruz. Gece serinliği çöker çökmez, tavandan, tabandan inanılmaz bir akrep saldırısı başlıyor. Sanki Alfred Hitchcock’un filmlerinden birinin gerçeğini yaşıyoruz.
O gece hiç uyumuyoruz. Herkes “gidelim!”diye haykırıyor. İyi; ama araba yok, Çökertme dediğin yer, denizde iki kayık, kıyıda üç dört ev. Gece yarısında kimin kapısını çalabiliriz?
Tan ağarırken kendimi sahilde 5-6 metre uzunluğunda bir piyadenin başında buluyorum. Bu kayık kimin ola ki?
– İbraam Kaptan’ın.
– O kim?
– Çakır Ayşe’nin oğlu.
– Çakır Ayşe mi?
Gözlerim, fal taşı gibi açılıyor. O, sakın Halikarnas Balıkçısı’nın Çakır Ayşe’si olmasın!
Yaşlı adamın bıyıkları kıpırdıyor. Dudaklarının ucunda aykırı bir gülüş.
– O, Datça Yarımadası nın öte yakasında, Palamut Bükü’nde yaşamadı mı?
Her yazar biraz da kendini yazar. Ancak romancı her şeyi birebir yazacak değil ya! Ben Halikarnas Balıkçısı’nın Deniz Gurbetçileri’ni yeniden, yeniden okumalıyım.
– Kaptan bizi Bodrum’a götürür mü?
– İbraam Kaptan, yok. O, Mavi Yolculuk kaptanıdır. Yazları burada olmaz. Çocukları götürür mü bilmem.
Çakır Ayşe’nin 8-9 yaşındaki torunu Ali ve gelini, motoru gecenin neminden korumak için örttükleri çulu kaldırıp kolu çevirdiklerinde güneş, daha bir mızrak boyu bile yükselmemişti.
– Bodrum, uzak mı?
Sağımızda birden yükseliveren Fesleğen Yaylası uzaklık duygumuzu törpülüyor. Sanıyorum ki her tepenin ardı Bodrum.
– Uzak ya! Tee, Gööova’nın ucunda.
İlk dalgada gökkuşağının, yağmurların tekelinde olmadığını fark ediyor heyecanlanıyorum.
Bu deniz gökkuşaklı. Sonra her burunu döndükçe yeni bir burun selamlıyor bizi. Bükler, bükler, bükler… Her birinde, bir avuç başka yeşil. Belli ki oralara insan eli değiyor.
O kış, karşıma Halikarnas Balıkçısı’nın Çakır Ayşe desenlerini koyup Balıkçı’yı, Azra Erhat’ı Bedri Rahmi’yi yeniden yeniden okuyorum. Çakır Ayşe’nin atla Hamza’ya gidişini masallaştırıyorum. Ama bana yetmiyor. Çakır Ayşe’yle konuşmalıyım. Onunla konuşmadan bir dönemin coşkusunu nasıl anlayabilirim ki!
İbrahim Kaptan’ın evinin girişinde sarnıç vardır. Sarnıç, bu yörede yaz boyu hayat demek. Çamaşır, bulaşık onunla yıkanacak, hayvanlar onunla sulanacak. Kuru kayaların arasında yuvalanan yılanlar, akrepler onun serinliğinde yaşama tutunacaklar. Yok yok, bu yıl önlemlerimizi alarak geldik, akrep korkumuz yok. Üstelik odalarımız üst katta. Yaşlı incir ağacının gölgelediği avlunun önü deniz. Hayattan bakınca Çökertme Ko-yu’nu geniş açı görebiliyoruz. Burası cennet olmalı; bu ev de cennet köşkü.
. . . Ama benim aklım bende değil ki!
O, bu evde. Alt evden gelen tıkırtı onun tıkırtısı. şžimdi insem aşağıya, akşamdan akşama kapanan kapısını çalsam, bana Balıkçı’yı, Azra Ana’yı, Eyüpoğlu kardeşleri, Paluko’yu anlat desem…
Günler geçtikçe, bütün kış kurduğum hayaller, bir bir yıkılıyor. Yirmili yaşlarda bir genç, seksenli yaşlardaki bir kadına bunları nasıl sorabilir ki!
Orada kim var?
– Nine.
– Neden yukarı gelmez?
– Evini çok sever. Gözleri de çok az gördüğünden dışarı çıkmaz.
– Onu ziyaret edebilir miyim? .
Açık kapısından bakınca kar beyazı üsküfü ve çiçekli basma entarisi dikkatimi çekiyor.
– Sizi ziyarete geldim.
Elindeki maşayla ocaktaki koru eşelemeye devam ediyor.
– Buyur gel.
Varıp elini öpüyorum. Onca yaşlılığına karşın, eli sıcak ve yumuşacık. Ona neden Çakır Ayşe dediklerini başını kaldırınca anlıyorum. Yüzündeki gün kesiklerini okuyabilme gücüm olsa keşke. Anlat desem, deniz gurbetçilerini, Mavi Yolculuk yolcularını, o nasıl anlatırdı acaba?
“Gökova’ya giderken Oraklar’a uğradığımız gibi, dönüşte de Çökertme’ye uğrardık mutlaka. Bu kıyı köyünün çekiciliği Çakır Ayşe ile Paluko efsanelerinden de kaynaklanırdı. Onları tanıdığımda, Çakır Ayşe, mavi gözlü, olağanüstü güzel, yaşlı bir kadındı. Asıl adı Mustafa olan Giritli Balıkçı Paluko da olağanüstü yakışıklı, yaşlı bir erkekti. Bir akşam bu ikisi bizlerden uzakta, kuma çömeldiler, uzun uzun konuştular baş başa. Birbirlerine neler söylediklerini duyabilmek için meraktan ölüyordum. Ama öyle gizemli bir çember çizmişlerdi ki çevrelerine onlara yaklaşmanın yolu yoktu.”
Acaba kendisi için bu satırları yazan Mina Urgan için o ne derdi?
O gün, ona anlat, diyemedim. Dilim lâl oldu. Ertesi gün, daha ertesi gün… Beceremedim.
Çökertmeye varır varmaz, denize girecektim. Nedense birden avlusu incir ağaçlı o eve yöneldim. Arkamdan seğirterek gelen yabancı bayanlardan biri, tam da o akrepli evin olduğu yerden geçerken:
– Burada akrep hâlâ çok mudur? diye soruyor.
Dönüp sağıma bakıyorum. O ev yok.
– Yok, diyorum, buralarda akrep yok artık. Ama Ankara’da, İstanbul’da daha tehlikelileri yaşıyor.
Kaptanın evi koyun en sonunda. Son restoranı da geçiyorum. Yıkık bir iki taş ev… Sonrası, çalılık. Geri dönüp restorana giriyorum.
Gülten’i tanıyorum hemen. Buradan Kumcağıza çok güzel kürek çekerdi. Kaptan geliyor sonra, küçük oğul Halil geliyor.
– Kaptan, diyorum, ninenin evi nerde?
Yandaki yıkık binayı gösteriyor.
– Yok yok, benim onu gördüğüm alt ev!
Gülten:
– Restoranın arka tarafında kaldı, diyor. Depo şimdi; öteberi dolu.
şžimdi orada olsaydı, ona o zaman sormaya çekindiğim şeyleri sorabilir miydim?
– Burada bir incir ağacı vardı.
"Avluyu kaplardı. Bütün bir yaz gözyaşı niyetine loplarını dökerdi.”
– Onu kestik. Tam bu restoranın olduğu yerdeydi.
Restoranın arka tarafına geçiyorum. Sarnıç yerinde duruyor. Çocuklar gibi seviniyorum.
Çok şükür, diyorum kendi kendime, çok şükür!
Havanın hâlâ serin olduğunu hissediyorum birden. Başımı kaldırıp Fesleğen Yaylası’na doğru bakıyorum. Bulutlar sonsuz bir yarışa kalkmış, koşuyor koşuyorlar. “Haydi!” diyorum dostlarıma, şimdi Fesleğen Yaylası kök boyalı kilimdir. Bozalan’da Tolga (Çandar) avazıyla zeybekler söyleyelim.
“Gidelim gidelim Halil’im Çökertme’ye varalım,
Teslim olmayalım Halil’im Aman kurşun sıkalım. ”
Her köy, başka bir cennet buralarda. Bozalanlılar, bu cenneti yüz yıllardır doğanın renklerini tezgâhlarda biçimlendirerek yaşarlar. Aıtık eskisi kadar yok deseler de evlerden gelen bu kirkit sesleri, bize, çeyizlerindeki en değerli şeyin hâlâ “Bozalan Halısı” olduğunu anlatıyor.
Bozalan’a varır varmaz, kadın erkek, yerli yabancı sokaklara dağılıveriyoruz. Kimsenin kaygısı, çekincesi yok. Biliyorlar ki evlerin sahipleri, onlara bir dal ada çayı bir fincan kahve sunmaya hazır.
Kulağımda kirkit sesleri, belleğimde anılar… Her sokak başında, başımı kaldırıp kaldırıp Fesleğen Yaylası’na bakıyorum. Denizden apardığı damlaları, dala, yaprağa; kayaya, toprağa bırakan o bulutlarda Paluko’nun, Çakır Ayşe’nin, Balıkçı’nın, Eyüboğlu kardeşlerin, Azra Ana’nın Gökova sevdalısı daha nicelerinin ruhları olduğundan adım gibi eminim.


Konu Yazarı :

Yorumlarınızı Yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Yazılar

Bodrum’da Hediyelikler Harika

Önceki Yazılar

Nebahat Timur Tokgöz ‘Değişim II- Enstalasyon’ çalışması Dibeklihan’da

En Son Yazılarımızdan Seçmeler

Bodrum’un Sarnıçları

Bodrum’un Sarnıçları Bu yazı Bodrumlife Dergisinin Sonbahar 2022 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı: Mimar Sedef Nazan DEVELİ