Yasaklı Tiyatroda Günbatımı. Ali Poyrazoğlu

2182 Kez Okundu





 Temmuz, ağustos onların olsun gerisi bize kalır kafamızı dinleriz kasabada diyorduk, ama eylül geldi, havalar serinledi giden yok. Her yer diskotek, bar, kasetçi, dört bir taraftan ayrı gürültü geliyor. Neredeyse eczaneler, kasaplar, manavlar bile müzik yayınına başlayacak. Yoldan geçen otomobiller müzik seslerini sonuna kadar açmışlar. Bitmek tükenmek bilmeyen bir uğultu.

 

Gündüzleri sahiller dolu, denizin içi boş, yüzen pek yok. Deniz dediysem öyle tenha yerlere falan yüzmeye, kafa dinlemeye giden kalmadı; adı çıkmış birkaç yeni usul disko müzikli paparazzilerin dolaştığı plajda, üst üste 10 metrekarelik iskelelere yığılmış sayın baylar bayanlar. Sayın olmayanlar böyle yerlerde pek boy gösteremiyorlar, onların geçim falan gibi manasız derleri var.

 

Ege uygarlğının bu beyaz evleri begonvillerle bezenmiş kasabası yorgun, alkolden ve gece hayatından kaykılmış, yaşı geçik bir hayat kadınına dönmüş. Kandırılmış, kullanılmış, yapsatçılar tarafından bütün güzelliklerinin ırzına geçilmiş eski bir güzellik kraliçesi, eylül güneşinde eski güzel günleri anımsayıp bir daha geri gelmeyecek olan sevgililerin ardından buğulu gözlerle denize bakıyor.

 

Yapsatçılar buraları yağmalamaktan vaz geçip başka yerlere diskokentler kursalar peynir ekmek gibi satılır bütün evler, çalacakları müzik cinsleri de mimarilerini belirler, oldu bitti işte, gelsin paralar. Tekno kent, rockkent, türkükent. Milletçe çalar, oynar, tepinir, kıvırır, zıplar, çalkalar, bütün engelleri aşarız.

 

Tiyatro Göktepe’nin eteklerine kurulmuş, büyük bir yalnızlığa kilitlenmiş, etrafı tel örgülerle sarılı, önünde gözcü kulübesi. Dünyanın etrafı tel örgüyle çevrili, cezaya konulmuş tek tiyatrosu. Kentin en yüksek noktasından aşağıya, deniz kenarına kurulmuş kaleye ve yeni kente bakıyor. Ege uygarlığının en eski, yeri en iyi seçilmiş, en iyi inşa edilmiş tiyatrosu.

 

Eskiden daha iyi bir haldeydi, arkeologlar yeni ortaya çıkarmışlardı; korumaya alınmadı, halka emanet edildi. Önce taşlarının bir kısmını köylüler taşıdı; bahçe duvarlarında kullandılar, oturma yerlerini ters çevirip ineklere yalak yaptılar; kalanların bir kısmını da kasabaya yazlık ev yaptıran zenginler yağmaladı. Evlerin duvarına eski Ege uygarlığından kalma bir taş, bir kabartma parçası gömdürmek fiyakalı oluyor diye.

 

Baktım tiyatronun basamaklarından bir kısmı artık yalnızca toprak duruyor; iyi bir restorasyon kurtarır, ama ne zaman sıra gelir ya da büyük bir kuruluş sponsor olup el atar mı bilinmez. Önünden de anayol geçiyor; bütün gün yoğun kamyon otobüs trafiğinin olduğu bir yol.

 

Titreşimden giderek kayıyor tiyatro; koskoca antik tiyatro şehrin üstüne kayacak; belki de yolu tıkamak istiyor; kalan taşlarını yığıp yolun ortasına bütün yarımadayı yağmalayıp, betonlaştırıp yaşanmaz hale getiren yapsatçıların kamyonlarının, grayderlerinin yolunu kesip "Yeter artık, Allahaşkına yeter, durun…" diyecek sanki…

 

Geceleri evinizden çıkar da, tiyatroyu saran dikenli telin aralık yerinden girip basamakların en üstüne oturursanız manzaranın tadına doyum olmaz Günbatımında güneş Göktepe’nin ardında kaybolurken öyle bir an olur ki karanlıkla aydınlık el sıkışır, sonra sahnenin arkasına düşen Manzara Mahallesi’nin olduğu tepeden, ay yavaş yavaş salına salına yükselmeye başlar.

 

Ay girer sahneye ve gece başlar.

 

Akşamları hava iyice serin oluyor, eser de tiyatronun orası. "Ben tiyatroya gidiyorum Ay’ın gösterisini izleyip geleceğim" dedim. Evdekiler, "Bir kazak al, serin olur orası" dediler. Zaman yok gömlekle fırladım gittim. Teli aralayıp girdim tiyatroya, en üst basamağa tırmandım, oturdum. Güneş batıyor, kasabadan dolaşan insanların, diskoların, barların uğultusu geliyor. Ama ne uğultu. Sahne bomboş. Yeni boş değil ama bu sahne; kaç yüzyıldır boş bu tiyatro? Kaç yüzyıldır burada oturmuş seyircisinigeldi kimler geçti bu sahneden; ne alkışlar inletti bu tiyatroyu güz şenliklerinde; ne alkışlar onurlandırdı Oidipus’ları, Antigone’leri, Sophokles’leri, Aristophanes’leri, Euripides’leri. Ne gözyaşları döküldü Medea çocuklarını boğazlarken ilkbahar ayinlerinde.

 

Oyuncular bir köşede unutulur da tiyatrolar unutulmaz mı?

 

Oturmuşum en arka sırada Ay’ın sahneye gelişini izliyorum. Ama ne giriş, tepenin arkasından yavaş yavaş çıktı, sahnenin arka ortasına yerleşti. Ay sahneyi aydınlatırken baktım bir karaltı, pek de kendinden emin olamayan, ürkek biri sahneye girdi. Önce sahnenin sol kenarında durdu, sonra arkaya yürüdü; lafa başlayacak ama bir yandan acemiliğin kuruttuğu gırtlak, öbür yandan sahne korkusu, yaprak gibi titriyor. Önce gözlerime inanamadım, bu ben miyim yoksa ben miyim?

 

Deli gibi indim aşağıya sahneye yavaş yavaş yaklaştım ürkmesin diye.

 

Evet 17 yaşındayken sahneye ilk çıktığım halim karşımda gözlerini dikmiş bakıyor bana. Üstünde uyduruk bir kılık, ayağında çizmeler, omzunda kadife pelerin.Tanıdı beni tabii, hemen tanıdı; hiç tereddüt etmedi. "Sen misin?" dedi. "Evet benim, senin bütün yaşayacaklarını yaşadım, başarılarının keyfini sürdüm, anılarına, yalnızlıklarına katlandım, şimdi bu tarihi tiyatroda akşamları gelip Ay’ın tek kişilik gösterisini izliyorum" dedim. İyice süzdü beni, "şžişmanlamışsın, saçlarına aklar da düşmüş" dedi. Elimi göbeğimi üstüne koydum, "Sigarayı bıraktım da ondan, iştahım açıldı. Eh saçlar da haliyle… Boşver, oyuncunun yaşı olmaz"

 

Nedense ben gözlerimi kaçırmak istiyorum ondan, başka yerlere bakıyorum konuşurken; o gözlerini dikmiş bana bakıyor. "Demek böyle olacağım? Peki söyle bana, hayallerim gerçekleşecek mi? Düşündüklerimden yapmak istediklerimden taviz verecek miyim? Mutlu olacak mıyım? Ne arıyorsun burada, artık çalışmıyor musun? Nasıl geçti bu kadar yıl?"

 

Her şeyi bilmek istiyor, nasıl anlatırım, nasıl kafamda toparlarım; şöyle bir yerden başlayayım dedim lafa: "Bunca yıldır insanlara baktım, onları gözlemledim, anlatmaya çalıştım, sevmeye çalıştım. Kendimi daha iyi anlamak için başka ruhlara baktım; eksik parçamı aradım. Zaman zaman buldum, bazen yitirdim onu. Sonra kılık değiştirip yine karşıma çıktı".

 

Bir an durdu, bana baktı, arkasını döndü Ay’ı izlemeye koyuldu, sonra alçak bir sesle sordu:

"Mutlu olacak mıyım?"

"Peşinden koşman gereken zamanlar da olacak, durup beklemen gereken zamanlar da".

"Peki ölüm korkusu?"

şžaştım kaldım bu soruya, "Yahu 17 yaşında ölümden korkulur mu?" dedim.

"Unutmuşsun, vız geliyor, ama en çok o zaman korkuluyor" dedi. Unutmuşum demek ki.

"Ölüm korkusu hep olacak içinde, işleri bir türlü bitirememek, yarım bırakıp gitmek sevgileri, sevgilileri. Hep olacak, ama paçayı kolay kaptırmamanın yollarını da öğreneceksin" dedim.

Gözlerini gözlerime dikti. "Bana baktıkça aklına neler geliyor" dedi. Zorlandım doğrusu, gözlerimi kapadım; alçak sesle sıralamaya başladım: "Bana biçim veren, beni yoğuran hocalar, ustalar. Onlara öğretmeye çalışırken bana çok şey öğreten öğrenciler. Yaratığım karakterler, onları yaratırken her seferinde kendimi yeni baştan keşfetmem. Vazgeçilmez dostluklar. Bilmediğim ülkelere, tanımadığım insanlara , okunmamış kitaplara yolculuklar… Sevgililer, ayrılıklar, kavuşmalar. Kalabalıklar, kalabalıklar, kalabalıklar ve onların ortasında bitmek tükenmek bilmeyen bir yalnızlık duygusu. Ama yaptıklarını büyük kitlelerle paylaşınca yalnızlığın acısı hafifliyor".

 

"En çok kimi sevdin" dedi, cevap veremedim, zor soru.

"Eskiden en çok neleri özlüyorsun?" Kalabalık cevabı toparlayamadım.

"Hangi anı ya da kimi geri getirmek istersin?" dedi, kalakaldım.

"Elinde olsa bugüne, bu hale, 17 yaşına dönmek ister misin?" dedi.

"Peki ya sen benimle yer değiştirmek ister misin?" dedim. Kahkahalarla güldü.

"Ben oraya nasılsa geleceğim. Senin bana söylemek istediğin bir şey var mı, bu yaşta öğüt verme merakı başlar, bir söyleyeceğin var mı?" dedi. Öğüt vermekten hoşlanmam ki.

"İçinden geldiği gibi yaşa" dedim.

"Benden de sana bir küpe kulağına takarsın, sevgiye daha çok zaman ayır" dedi.

 

Bir an serin bir rüzgâr esti, ürperdim. Anladı, "Al sen üşüyorsun, sarın şuna" dedi, pelerini uzattı. şžöyle pelerini havada savurup omuzlarımın üstüne yerleştireyim dedim, baktım yok olmuş gitmiş. Telin arasından geçtim, üst yola çıktım, eve doğru yürümeye başladım. Aşağıda kasabada kıyamet kopuyor, gürültü patırtı, vur patlasın çal oynasın. Baktım Ay’ın umurunda bile değil, o tiyatroda sahneye çıkmış ya, gerisi vız geliyor ona.

 

Eve geldim, kapıyı açıp içeri girdim, oğlum gülmeye başladı. "Baba o omzundaki komik pelerin ne yahu, çıkar onu" dedi.

 

20 Eylül 1998 Bodrum

 

 

(Ali Poyrazoğlu’nun ‘Ödünç Yaşamlar’ kitabından alınmıştır.)

 

Editörün Notu:

Antik Tiyatro’nun restorasyonundan sonra ilk sahneye çıkan sanatçı, Ali Poyrazoğlu. O, Antik Tiyatro’yla yıllar öncesinden bir gönül bağı kurmuştu. Eylül 1998 de Bodrum’da yazdığı yukarıda yer verdiğimiz yazıdan anlaşıldığı gibi; Antik Tiyatro’nun bir köşede, yasaklı ve o ihtişamlı günlerinden sonra böylesine terk edilmiş bırakılmasına en çok içi yananlardandı.

 

Yıldızlardan dilek mi tuttu, taşa yazılar mı yazdı, bilinmez ama Turkcell- Ericson firmaları sponsorluğu ile gerçekleşen restorasyon, sonunda O’nun, yalnızca O’nun değil Bodrum’da yaşayan bizlerin ve diğer pek çok kişinin düşlerini gerçeğe çevirdi. Ali Poyrazoğlu, Antik Tiyatro’nun açılışının yapıldığı gece yıllar önce kaleme aldığı bu yazıdaki repliklerini seslendirmek gururuna erişti. Artık Antik Tiyatro hayatımızın bir parçası ve yaz günlerinde onun o güzel atmosferinde gerçekleşen gösteriler


Konu Yazarı :

Yorumlarınızı Yazın

Your email address will not be published.

Sonraki Yazılar

Dj’ler… Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satanlar

Önceki Yazılar

Tanrıça Hekate’nin Öyküsü

En Son Yazılarımızdan Seçmeler

Bodrum’un Sarnıçları

Bodrum’un Sarnıçları Bu yazı Bodrumlife Dergisinin Sonbahar 2022 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı: Mimar Sedef Nazan DEVELİ